2022-05-29 08:43:01
Fâtiha Sûresi’ndeki Dilsel Bir Nükte
İbn-i Âşûr, Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde, الحمدُ لله cümlesinin gramer olarak aslının, ِنَحْمَدُ حَمْدًا لِلّٰه olduğunu söyler. Bu, Arap dilinde bir kâidedir. Bu kâide özetle şöyle izâh edilebilir;
Araplar, muzmar (yani gizli) bir fiil sebebiyle mensûb (fetha/üstün) olan bâzı mastar kelimeleri, birtakım gâyeler için merfû' (ötre) yaparlar. Buna göre; aslı نحمد حمدًا لله olan cümlemizde نحمد, bahsi geçen muzmâr (gizli) fiildir. İkinci kelimemiz حمدًا, başında gizlenmiş fiil sebebiyle mensûb (fethali) olan mastardır. Kâide gereği ُالحمد kelimesi, حمدًا şeklinde mensûb hâlden, الحمدُ şeklinde merfû' hâle getirilmiştir. Kâideyi izâh ettik, şimdi devam edelim.
Arap Belagatçılar, asla dil kâidelerinin dışına çıkmazlar. Başka bir deyişle, aslı bırakıp fer'e dönmezler. Ancak önemli bâzı gâyeler için asıl kâidenin dışına çıkarlar. الحمد لله cümlesini mensûb olan aslından çıkarıp merfû hâle dönüştürmelerinin birinci sebebi, bu cümleyi isim cümlesine dönüştürüp, cümleye devamlılık ve subût manası kazandırmaktır. İkinci sebebi; حمد kelimesinin başına elif lâm edâtı getirip cümleye umûm (genellik) mânâsı kazandırmaktır. Çünkü Arap Dili'nde elif lâm, kelimeye genellik mânâsı katar. Böylece الحمد kelimesinin taşıdığı umûm mânâsı sebebiyle, bütün hamdler mânâya dâhil olur. Üçüncü sebebi ise, الحمد kelimesini öne alıp hamdın önemine vurgu yapmaktır. Çünkü Arap Dili'nde, geride olması gereken kelimenin öne alınması, o kelimeye vurgu mânâsı katar. Böylece bu makamda hamdin ne kadar önemli olduğu vurgulanır.
Eğer başta anlattığımız kâide uygulanmamış olsaydı, saydığımız bu üç gâye (yani devamlılık, umûm ve önemine vurgu) gerçekleştirilmemiş olacaktı. Çünkü nesbe (fetha) konumunda olan bir kelime, kendisinden önce gizlenmiş bir fiil olduğunu gösterir. Gizli olan fiil, takdir edildiği için ‘okunan kelime’ hükmünü alır ve cümle, isim cümlesi olmaktan çıkıp fiil cümlesi hâline gelir. Bu da birinci gâyemiz olan devamlılık mânâsının yok olacağı anlamına gelir. Yine kelimenin nasbeli oluşu, حمد kelimesinin cümle başında gelmesine engel olacaktı ki bu da üçüncü sıradaki gâyemiz olan "önemini vurgulama" gâyesini yok edecekti. Son olarak, nasbeli bir fiile her ne kadar umûm mânâsı katan elif lâm edâtı getirmek mümkün olsa da kelimenin başına takdîr edilen fiil, mütekellim siğasıyla getirildiğinde yani أَحْمَدُ şeklinde bir takdir yapıldığında, "Ben hamd ediyorum" mânâsına gelir ve böylece sadece hamd eden kişinin hamdı kast edilmiş olur. Cemi siğasıyla yani نَحْمَدُ şeklinde bir takdir yapıldığında ise, bu sefer de إياك نعبد وإياك نستعين âyetlerinin de işâret ettiği gibi sadece Muvahhidlerin hamdı kast edilmiş olup diğer hamdler dışarda kalmış olurdu. Halbuki Ehli Kitap ve bazı câhiliye Arapları da Allah'a hamd etmiştir. Bu da ikinci sıradaki gâyemiz olan "umûm (genellik)" gâyesini yok etmiş olacaktı.
İbn-i Aşûr'un anlattıkları burada bitiyor. Şimdi biraz tefekkür edelim; bizim anlamakta güçlük çektiğimiz bu ince dil kâidelerini, şüphesiz nüzûl dönemindeki Araplar çok iyi biliyordu. Çünkü o dönemde Araplar belâgatın zirvesindeydi. Sadece iki kelimesinde bu kadar müthiş sırları ihtiva eden Kelâmullâh karşısında secde etmemeleri, onların nasıl bir küfür inadı içersinde olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ bizleri, Kur'ân'ı en iyi şekilde anlayıp içindekilerle amel edenler zümresine ilhâk eylesin.
NOT: Bu mesele, İbn-i Aşûr tefsiri birinci cilt 155. sayfada anlatılıyor. Daha geniş ve anlaşılır şekilde okumak isteyenler kitaba müracaat edebilir.
Ömer Çınar
16 Temmuz 2021
6 Zilhicce 1442
16 views05:43